Hep bu anı bekledim. Ağrı’ya gelip adı Nuh’un Gemisi’yle, kutsal kitaplarla, efsanelerle birlikte anılan dağı görmeyi… Ağrı Dağı’nı… 5 bin 137 metrelik yüksekliğiyle Türkiye’nin en boylu boslu volkanik büyükbabasını... Sis ve bulut perdelerini açınca, uzaktan mütevazı görünen hâlinin, yaklaştıkça heybetlendiğini fark ediyorum. Marco Polo onun için “Hiç çıkılamayacak dağ.” demişti. Yine de bu ihtişam, kayakçıları ve dağcıları tutkularından vazgeçirmemiş. Ağrı Dağı mevsim kışsa başındaki beyaz şapkasını çıkararak; baharsa ektiği rengârenk kır çiçeklerinden bir demet yaparak “Hoş geldin evlat!” der yamaçlarına yaklaşanlara. Efsanelerin içine çeker insanları. Gerçek nerede başlar, efsane nerede biter bilmek zordur Ağrı’da. Yarı sulak, uçsuz bucaksız bahçesini gezdiren Ağrı inatlaşan keçi, otlayan inek sürülerini gösterir size. Siz Çoban Ali’nin “Ağrı Dağın eteğinde/Uçan güvercin olsam/Türkü olsam dillerde cano cano/Diyar diyar dolansam.” türküsünü mırıldanırken; ağzında zeytin dalı olan bir güvercin omzunuza konar. Sizi kanatlarına alıp Telçeker ile Üzengili köyleri arasında doğal bir anıta dönüşen Nuh’un Gemisi’nin izlerine götürür.